15 Temmuz’un o korkunç gecesinin sabahına hiç gözlerimi kırpmadan uykusuz, yorgun, karamsar bir şekilde ulaştım. Yaşananların bir rüya olmasını çok arzu ettim. Işık görmüş tavşan gibi saatlerce oturduğum yerde, hareketsiz kala kaldım. Kin ve nefretin zirve yaptığı o anları içime kan akıtarak seyrettim.
Binlerce masumun, her türlü insani hakları gasp edilerek, Nazi Toplama Kamplarına götürülüyor gibi gözaltına alınmalarını, televizyonlarda, gazetelerde kamuoyuna terörist olarak gösterilmelerini acı acı seyrettim. Bu dünyanın bir imtihan dünyası olup, büyük suçların yargılamalarının bir kısmının büyük mahkemede yani mahşerde yapılacağını unutup, zalimlere hemen, acilen, sebepler üstü bir şekilde, Allah (C.C) tarafından şiddetli bir tokat vurulacağını ve zulmün yakın zamanda son bulacağını ümit ettim, bekledim.
Yaşanan bunca zülüm, acının, ızdırabın ve çilenin aslında içinde nasıl bir rahmet ve hikmet tomurcuklarını barındırdığını olayların sıcaklığı ve acıların tazeliği nedeniyle pek düşünemedim. Yurtdışında bulunduğum bu günlerde dahi, yaşananların hala gerçek olup olmadığı, bir rüya içinde bulunup bulunmadığımdan şüphelenerek, kendi kendime çimdik attığım anlar olmaktadır.
Kendi açımdan geriye dönüp, kadere taş atmayı bıraktığım zamanlarda, idrakime yansıyanları düşünüp tefekkür ettiğimde, yeni yeni; iyi ki bu dönemde yaşamışım dediğim zamanlar artmaktadır. Tabi ki acılar, ayrılıklar, feryatlar halen devam etmekte ve her acı hepimizi yakmaktadır. Ancak ömür kısa ve sayılı günler öyle ya da böyle geçiyor. Bu acılarda geçecek. Dünya zevki namına yaşadığımız her şeyin lezzetleri zamanla unutuluyor, geriye ahirette verilecek hesap kalıyor. Bize zulmedenler de, bundan zevk alanlar da bu günleri belki gülerek geçirdi, biz acılarla geçirdik. Ben şahsen çektiğim her acının, kat be kat karşılığının verileceği ve bana bu zulmü yapanların sırat kapısında, endişe ve korku içinde, hakkımı helal etmem için yalvaracakları o dehşetli günü düşündükçe içim ferahlıyor. O günde alacaklı, mazlum olmak büyük bir güç. Kısaca, Allaha şükür ki zalim olmadık, mazlumların arasında ismimiz geçiyor.
Bunları anlatmak, yazmak tabi ki kolay değil. Bu gün dahi hepiniz gibi, her acı haber karşısında, ilk tepki olarak sarsılıp, ümidi yitirip, keşkeler içimde hemen diriliyor. Sonra ayetler, hadisler ve eserlerin aklımda kalanlarıyla yeniden kendi içimi inşa edip, işin hikmetini düşünerek ilk şoku atlatmaya çalışıyorum. Bir nevi tüm teorik bilgiler sıfırlanıyor. Sarsıntı geçtikten sonra da yeniden bir daha deyip kendimi toparlamaya çalışıyorum. Gün içinde bir kaç defa böyle kendimi yeniden, sıfırdan başlattığım, aç-kapa yaptığım zamanlar oluyor.
Ülkemde bulunduğum o zaman zarfında, küçük, boş bir evin bir odasında, bir çekyat, bir piknik tüpü ve zorunlu birkaç bardak tabak ile yaklaşık 3 yıl geçirdim. Birçok nedenden dolayı televizyonun, radyonun, internetin, okuyacak bir kitabın olmadığı, yalnızca gün ışığının bulunduğu bu odanın camından bakarak yıllarımı geçirdim. Her gün aynı camdan, aynı manzaraya bakarak, zamanla dikkatimi çeken kişilere, olaylara bakıp odaklandım ve görebildiğim günlük hayatın bu basit olaylarından tefekkür etmeye çalıştım. Zaten evradı ezkar dışında yapacak başka bir işim olmadığından bu hal zorunlu oldu benim için..
Bir camdan gece gündüz aynı yere bakarak ne öğrenilebilir ki? Diye aklınıza bir soru gelebilir. Evet, her gün rutin olarak yaptığımız şeylere veya içinde yaşadığımız bu dünyaya biraz dikkatlice baktığımızda, aslında görünenin dışında, ne kadar çok şeyin bizim dikkatimizi çekmeden yaşandığını, kendi ufkumda fark etmeye çalıştım.
Neler mi gördüm?
Ne kadar süreceğini bilemediğim bir yazı dizisinde bunları sizlerle paylaşmayı düşünüyorum.
Her sabah eşiyle işe giderken kendini düşünmeden yalnızca eşini düşünerek, eşinin ilgisini çekmek, iyi görünmesini temin etmek adına, ceketini paltosunu düzelten, tebessüm ederek eşine iltifat etmeye çalışan, ama tüm bunlara rağmen küçük bir tebessümü bile eşine fazla gören duygusuz adamlar gördüm.
Çocukların, olan biten her şeyden habersiz, her sabah ellerinden tuttukları anne veya babalarıyla okula giderken ve gelirken, şen şakrak bir halde, her türlü acıdan zulümden habersiz masumiyetlerini gördüm.
Yaz kış demeden, haftanın en az beş günü, sabahın erken saatlerinde, ellerinde yemek artıklarının olduğu poşetlerle, sokak hayvanlarını besleyen insanları ve başkalarına havladıkları halde bu insanlara saldırmayan sokak hayvanlarını gördüm.
Belli ki akşamdan kalma, yürüyecek durumu olmayan sarhoşların, evlerindeki evcil hayvanlarını, kara, kışa, soğuğa aldırmadan, sallana sallana, her gün sabahın o saatlerinde dışarı çıkıp sırf merhametin sonucu olsa gerek gezdirdiklerini gördüm.
Çalışan annelerin, kış günlerinde, daha güneş doğmadan alacakaranlıkta, bir yandan paltolarının kalan düğmelerini iliklerken, endişe içinde, sokak köpeklerinden korkarak yürüdüklerini ve bağırarak onlardan kaçmak zorunda kaldıklarını gördüm
Engelli çocukların, okul servislerinden inerken, serviste kalan sağlıklı arkadaşlarına mahzun bir şekilde el salladıklarını, anne babalarının o çocuklar için karda, kışta, yağmurda nasıl hassas davrandıklarını, araca bindirirken, indirirken ne zorluklar çektiklerini, ama buna rağmen dakikalarca gelişlerini bekledikleri ve her gelişlerinde sıcak bir sevgi ile onlara sarıldıklarını gördüm.
O yağız delikanlıların, bir banka oturup, gizlice çakmak gazı çekip, kriz geçirerek, bankta acı içinde kıvrandıklarını, görenlerin büyük çoğunluğunun yardım etmeden, görmemiş gibi davranıp, ama arkalarına çaktırmadan bakarak gittiklerini gördüm.
Gençlerin, bir kız meselesinden dolayı birbirlerine acımasızca, öldüresiye vurduklarını, bıçak çektiklerini gördüm. Liseli genç kız öğrencilerin, erkek öğrencilerle kavga ederken hiç duymadığım, ağza alınmayacak küfürleri çok rahat ve ısrarla tekrar ettiklerini duydum.
Sabah namazında yüzlerce evden sadece bir iki tanesinin ışığı yanarken, en küçük depremde, sarsıntıda ışığı yanmayan sadece bir iki ev olduğunu gördüm.
Geceleyin hırsızlar gördüm. Park etmiş araçların içlerini kontrol edip, el çantası yada kayda değer bir şey gördüklerinde, birinin gözcü kalıp diğerinin kelebek camını kırarak çaldıkları eşyayı hızla alıp kaçtıklarını ve kimsenin görmediğini düşünerek gecenin karanlığında kaybolmalarını, o günün sabahında da çocuğunu okula bırakmak için araca binmek isterken, arabanın camının kırılmış olduğunu gören annenin bağırması üzerine, çığlık atarak annesinin dizlerine sarılan küçük çocuğu ve çocuğun belki bir ömür boyu unutamayacağı yüzündeki o korkuyu gördüm.
Neredeyse altı ayda bir değiştirip modifiye edilmiş lüks minübüsünün tozunu her gün silen, ona bakmaya doyamayan, park ettikten sonra etrafını neredeyse tavaf ederek dolanan adamın, nerdeyse her gün aynı saatlerde yanından geçen, çoluk çocuk kâğıt toplayarak hayatlarını sürdüren, üst başları toz, toprak içinde bulunan bir aileyi ve onlardan o minübüse imrenerek bakan küçük çocuğu benim onlarca metreden fark etmeme rağmen onun hiç fark etmediğini, dikkatini bile çekmediğini gördüm.
Meğer geceler, sokaklar, sabahın erken saatleri, kaldırımlar, hayatın ta kendisi kendi içinde neler barındırıyormuş. Sokak hayvanlarını kendi evladı gibi düşünen hayırseverler, haksız kazanca, hırsızlığa alışmış, başkasının emeğini çalmakta zerre endişe duymayan hayırsızlar ile fakirin halini göremeyen zenginler.
Aslında bildiğim ama göremediğim başka bir dünya, her gece ve sabah yeniden başlıyormuş. Ne kadar çelişki varmış ama ben farkında değilmişim.
Bunlar camdan bakarken dışardakiler için, bende oluşan farkındalıklar.. Kendi içime döndüğümde ise yaşarken basit gibi görünen çok şeyin kıymetini bilememişim.
Sessizlikten bunalıp, şairin dediği gibi “yok der bir seda yok mu“? Diye, kavga etmeyi bile özlediğim günler. Çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi ne büyük nimetmiş dediğim, egzoz dumanını özlediğim, yağmurda, şemsiyesiz çıplak ayakla bile olsa dolaşmayı arzuladığım, cep telefonu sesine hasret kaldığım günler..
Bir gecede tüm hayatınızın, konumuzun, işinizin, evinizin hayal
dahi edemeyeceğiniz bir şekilde değişmesi. Bir gecede terörist olmak, tüm mal varlığınıza el konulması, tüm yakınlarınızın vebalı gibi sizden kaçması. Paranız olmasına rağmen bir ekmeği dahi istediğiniz zamanda satın alamama, her şeyi tam iktisat içinde kullanma zorunda kalmanız, çöpünüzü dahi her zaman atamayacağınızdan dolayı asgariye indirme, su sıkıntısı nedeniyle tek tabağı yıkamadan bir kaç kere kullanma, sesinize, konuşmanıza dikkat etme zorunluluğu. Her kapı çaldığında, tüm hayatınızın ve yaşanacakların film şeridi gibi gözünüzün önünden geçmesi. Hırsızları, arsızları, kriz geçiren, kavga eden gençleri görüp yardım edememe, kimseye haber verememe, müdahale edememe.
Özetle, sanki ruhum bedenimden ayrılmış ama ruhum olanları seyrediyor yada rüyada zalimden kaçamama gibi bir halde yaşamak
Tarihte yaşanmış, ilgiyle okuduğumuz, dinlediğimiz ama bizim asla karışmaşmayı aklımızdan geçirmediğimiz olayları, ibretlik hadiseleri bire bir yaşamak. Çaresiz kalıp, akıl acaba bir nimet mi? diye düşünmek zorunda kalmak.
İhbarın ibadet haline getirildiği bir ortamda, en yakınlarının senden haber alamaması, senin onlardan haber alamaman. Hiç kimseyle görüşememek, hastalandığında, dişin ağrıdığında doktora gidememek, ağrı kesici alamamak, yeterli ve zamanında yiyecek temin edememek… Belki bu yönleriyle cezaevi hücresinden daha ağır şartların olduğu bir yerde sessizce, soluk alıp vererek günler, aylar, yıllar geçirmek. Daha acı olan, dışardaki hayatın normal bir şekilde devam ettiğini camdan seyretmek.
Her şeye rağmen, zulmün, çekilen acıların tesirinde kalmadan, ayette buyurulduğu gibi; şeytanın sağdan soldan, aşağıdan yukarıdan gelen vesveselerine, desiselerine ve zehirli oklarına hedef olmadan, ümidini kesmeden, sarsılmadan ayakta durabilmek.. Allah’ın bize merhametle, şefkatle muamele ettiğini, her yaşanmışlıkta mutlaka bir hikmet, rahmet ve ibret olduğunu düşünerek, acının çok taze olduğu bu anlarda bunu idrak edebilmek… Şairin dediği gibi “zor dostum zor, gülerken ağlamak”.
Neticede o günler benim için geride kaldı ve hayat devam ediyor. Bundan sonra neler yaşanacağı, şimdi yaşananların ilerisi için ne hikmetler barındırdığı, hangi hayırlı işlere sebep teşkil ettiğini tabiki zaman gösterecek. Zamanla bazılarımız bu hikmetleri anlayacak, bazılarımızda – Allah (C.C) korusun – Peygamberin (S.A.V) mucizelerini bizzat görmelerine rağmen hased, gurur, kibir, mal, can korkusu veya başka bir şeytani dürtü ile bir ömür geçirip inkârında, isyanında devam edecek. Ya da bunları anlayabileceği, yorumlayabileceği mekanlardan, kişilerden uzaklaşmanın, ayrı kalmanın, bir ihmalin sonucu yada kaderin bir adaleti olarak, zarara bilerek rıza gösterdiğinden, kalan ömründe bu hakikatlere uzak kalacak..
Üç boyutlu resimlerde olduğu gibi dikkatini toplayıp, resme yoğunlaştığın an resmin derinliğini, güzelliklerini görebilirsin. Dikkattin azaldığı, yoğunlaşmanın kesildiği anda resim kaybolduğu gibi hakikati aramada sebat etmediğin zaman o güzellikler görünmez.
Hep söylendiği gibi cennet ucuz değil. Hakikatler hep sırlarla perdelenmiş, ısrarla emek ve gayret gösterenlere kendini açar.
Allah (C.C) bizi hakikate kapalı gözlerden uzak eylesin, göz açıp kapayıncaya kadar bizleri şeytanın her türlü hilesinden ve vesvesesinden muhafaza buyursun. Amin.
Eğer imkânım olsaydı, camdan gördüğüm küçük dünyayı bir an olsun durdurabilseydim, aşağıya inip, bazı kişilere şunları söylerdim;
Ey karısının ilgisine ilgisiz kalan adam; bu kadın sana Allahın cc bir emaneti. Her sabah akşam senin arkadan gelip, çeketini düzeltip, poşetlerin çoğunu taşırken, senin üstüne titrerken, sende o asık suratı bırakıp, bir tebessümle cevap versen, bir akşam eve çiçek alarak gelsen, bir kerede olsa, sende onun elbisesine dokunsan, saçını düzeltsen neyin eksik olur?
Ey hırsız kardeşim, hangi nedenle olursa olsun, senin çaldığın şey sadece bir çanta değil, o çocuğun, kadının güven duygusu. Onlara bıraktığın şey, belki bir ömür boyu hiç unutamayacakları korku.. Bilmiyorsun ki kıyamet günü Allah’ın (C.C) huzurunda, o kadın çocuk senden hakkını isterken, seni gören, senin hırsızlığına şahitlik edecek bir adem oğlu var.
Ey çocuğu engelli anneler babalar.. Evet, kimse böyle bir evladı olsun istemez. Bir ömür boyu, acaba benden sonra bu çocuğa kim bakar? deyip, evladının ölümünü, kendinden önce istemek çok zor bir durum. O kilolu, ağzı burnu akan, eli kolu tutmayan yavrunuzu, kucağınıza alıp arabaya indirip bindirmek, arabadaki diğer sağlıklı çocukları görüp, neydi bizim günahımız? Diye isyan deryasına yelken açmanı sana dayatan şeytana karşı sabretmek elbette çok zor olsa gerek. Ama şunu düşünseniz; bu çocuk olmasa, belki akşamlarınız boş lakırdı ile, dedikodu ve gıybet ile, bir sürü malayani işle meşgul olup, başkasının günahına girecektiniz. Şimdi belki birbirinizden habersiz, bir odaya geçip sessiz sessiz çocuğunuza ağlıyorsunuz. Bu ağlamaklar, iç çekmeler Allah (C.C) katında hiç boşa gider mi? Eğer sabırda sebat ederesen, her şeyin Allahın (C.C) bir takdiri olduğunu düşünürsen, bir yaprağın bile onun izni olmadan düşmediği bir dünyada, senin evladını o halde yaratan Rabbinin olduğunu bilip, kadere rıza gösterirsen senden daha karlısı var mı? Bu gün taşımakta zorlandığın o çocuk seni sırattan geçerken sırtlayacak diye düşün, kaderde var deyip kederlenme.
Ey kış günlerinde o dilsiz hayvanların ihtiyacı için sıcak yataklarını terk eden hayvan dostu kardeşim, ablam, teyzem! Senin yaptığın bu iş, zani bir kadını cehennemden kurtarıp, ebedi cennete girmesine vesile olacak kadar güzel bir iş bilmiyor musun? İnşallah! İmanlı bir ömür geçirsen de, bu yaptıklarının karşılığını cennet mükâfatı olarak öbür tarafta alırsın.
Ey sabah namazına kalkmayıp, küçük ölçekli bir depremin uğultusuyla, sallamasıyla yatamayan insanlar. Öyle bir yer sarsıntısı ile uyanacağız ki, dağlar korkunç bir gürültü ile yerinden oynayacak, güneş iki mızrak boyu yaklaşacak, yeniden dirilen insanlar “bana ne oluyor?” diyerek etrafa dağılıp, dehşet içinde ahireti bekleyecek. Namazın o dehşet anında en büyük kurtarıcı olacağı, dünya hayatının zerresinin hesabının sorulacağı bu güne bir hazırlığın var mı? Bu gelecek seni hiç mi endişelendirmiyor?
Ey çakmak gazı çeken evladım, kardeşim. Seni bu hallere sokan derdin nedir ki?, kendinden geçiyorsun.. Ömrünün en verimli zamanını, seni adım adım ölüme götürecek bu zehrin esiri haline getirmişsin. Ne olur! Biraz daha sabret. Şu zülüm yılları bir geçsin, inan sana sahip çıkmak için elimden geleni ardıma koymayacağım. Yılların ihmalini gidereceğim, eksikliklerimi, kusurumu affettireceğim. Sen ve senin gibiler için öyle doldum, gerildim, içimde öyle bir duygu birikimi var ki! Allah’ın izni ile çağlayan olup boşalacağım, senin önüne geçeceğim; hayır! Burası çıkmaz sokak, benim cesedimi çiğnemeden, o zehire bir daha ulaşamazsın diyeceğim. Sana hayatın gayesini, seni Yaradan’ın sana verdiği o mükemmel vücudunu onun yolunda nasıl kullanman gerektiğini, bunu yaptığın takdirde ne büyük mükâfatların ve güzel bir geleceğin seni beklediğini sana senin anlayacağın dilde anlatacağım.
Ey beni bu odaya hapseden irade. Sana da bir çift sözüm var. Sanma ki beni kovalayarak bir odaya sıkıştırdın. Ben her gün o odamdan kâinata açılan yüzlerce kapı buldum. Her gördüğüm şeyde onu (C.C) tefekkür ediyorum. Geçmiş ömrümde bakar kör idim şimdi senin sayende biraz görmeye başladım. Öyle doluyorum, öyle geriliyorum ki, yaz geldiğinde, tekrar güller açtığında, etrafıma kimsenin kaçamayacağı güzel rayihalar saçacağım. Senin evladın dahil, her gönüle muhabbetle girmeye çalışacağım. Alaka duymadığım hiç bir gönül kalmayacak. Beni hayra sevk ettin. Bilmeyerek çok büyük hayırlara vesile oldun. Dileğim odur ki, kalan ömründe, inşallah tövbe eder, benden helallik alır, yaptıklarından pişman olur, Allah (C.C) nasip ederse, benim yapacağım hayırlı işlere bu sebeple inşallah hissedar olursun.
Amin..
(Gelecek yazımda size penceremden gördüğüm, göz merceğime takılan bir orta yaşlı teyzeden bahsedeceğim.)